Haftaya Bakış (272): İsrail-İran savaşı ve Türkiye | İmamoğlu'nun çağrısı

20.06.2025 medyascope.tv

20 Haziran 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız Haftaya Bakış’ı yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. ‘Haftaya Bakış’la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını ele alacağız. Kemal, İsrail- İran Savaşı sürüyor ama Türkiye henüz savaşın uzağında duruyor, öyle diyelim. Savaş konusuna gelmeden önce, 19 Mart sürecini biraz konuşalım. Çünkü peş peşe birtakım hamleler geldi başsavcılıktan. Önce Ekrem İmamoğlu'nun avukatı Mehmet Pehlivan tutuklandı, daha sonra da kilit bir ismin oğlu ve yeğeni tutuklandı. Ve Ekrem İmamoğlu da çok sert açıklamalar yaptı. Hatırlayacaksın, geçen hafta sonu bu ismin daha önce etkin pişmanlıktan yararlandığı yolunda asılsız bir haber çıkmıştı. İki kişi hakkında çıkmıştı, onlardan birisi bu kişiydi. Yüz yirmi sayfa ifade verdiğine dair haberler çıktı ama sonra yalanlandı. Bu yalanlamanın ardından, birtakım tetikçiler, avukatların tutuklanacağını söylediler ve en önemli Avukat Mehmet Pehlivan tutuklandı. Sonra, bu kişinin oğlu ve yeğeni gözaltına alındı. Ekrem İmamoğlu da, “Arkadaşlarımın çocuklarının geleceği benim özgürlüğümden değersiz değildir. İmzalayın iftiranameleri. Ben başımın çaresine bakarım,” anlamında bir şey söyledi. Çok çarpıcı bir meydan okumaydı aslında dün akşamki. Önce avukatıyla ilgili bir paylaşım yapmıştı. Ardından bunu yaptı. Ben açıkçası şunu görüyorum: Elde delil olmayınca, olabildiğince etkin pişmanlık yaratmaya çalışıyorlar ve buralarda da daha çok şoför, ihale alan iş insanı gibi isimler var. Sadece bunlardan ibaret değil tabii. Ama soruşturmayı yürütenlerin hâlâ kilit isimlere yönelik bir niyeti var. Fakat karşılarında da bir direnç var. Bu direnci kırmadan dosyayı oluşturmaları zor görünüyor ve bir yerde iddianamenin de yazılması gerekecek. Tam bir karşılıklı meydan okuma. Meydan okuma derken, başsavcının avukatı tutuklamasıyla, Ekrem İmamoğlu'nun ona sert tepki vermesi arasında tabii ki çok büyük fark var. Birisi hukuki diyeceğim, ama hukukla pek alâkası yok tabii ki. Diğeri siyasi duruş. Bu kilitlenme hâli ne kadar sürecek? Bir bilek güreşi gibi. Ama İmamoğlu ve CHP pes etmiyor.
Diğer taraftan da soruşturmayı yürütenler, tabii ki iktidarın baskısıyla olsa gerek, bunu gerçekleştirebilmek için, ikna edici bir dosya yaratabilmek için, delil de bulamadıkları için, ya da yaratamadıkları için, -biliyorsun, eskiden Fethullahçılar delil de yaratırlardı- böyle garip bir yerde tıkandık kaldık. Ama bu sonuçta Türkiye'nin tıkanıp kalması, yani biz olayı yorumlayanların tıkanıp kalması değil. Mesele dönüp dolaşıp kimin geri adım atacağına geliyor. Erdoğan, çarşamba günü Özgür Özel'e “Etkin pişmanlıktan yararlan” dedi. Yani, “Bırak Ekrem İmamoğlu’nu kendi hâline. Gel burada sakin sakin ana muhalefet partisi olarak yoluna devam et” çağrısı yaptı. Tabii ki olumlu cevap alamadı. Ne olacak bu bilek güreşi, Kemal? Sen bilirsin.
Kemal Can: 19 Mart adıyla bahsettiğimiz süreç, 3 ayı tamamladı. Tabii ki tutuklamayla başlatınca 19 Mart oluyor, ama onun öncesi de var; açılan davalar, soruşturmalar, bir gün önceki diploma iptali, bu konudaki medya faaliyeti filan, bu biraz daha geriye gidiyor. Ama adı madem 19 Mart oldu, 3 ay diyelim. Üç ay önce ilk tutuklama gerçekleştiğinde, yine seninle yayın yaptığımızda ve ondan sonraki pek çok yayında da, sadece biz değil, bir sürü insan, bunun uzun soluklu bir hadise olacağını söylemişti. Yani bu böyle birkaç gün, birkaç hafta sürecek bir şey değil. Ne iktidar bunu böyle hazırlıyor ne de muhalefetin ilk günlerde hemen, ‘’darbeyi püskürttük’’ havasıyla bir üstünlük sağlama gayreti -evet haklı bir çıkış, ama hayatın gerçeğiyle çok uyuşmuyor. Çünkü bu iş, senin demin söylediğin gibi, kimin daha fazla direneceği, kimin nefesinin uzun soluklu bir mücadeleyi sürüklemeye daha yeteceği, ilk günden itibaren asıl soruydu ve hâlâ bu soru ortada duruyor. Daha önce gizli tanıklar vardı. Gizli tanıklardan sonra ikinci aşama olarak bu soruşturma dosyasının tahkim edilmesi açısından bu etkin pişmanlık, itirafçı-iftiracı yaratma süreci başladı. Orada birkaç grup insan var. Birincisi, belediyeyle şu ya da bu biçimde iş yapmış, hatta belediyeyle sadece İmamoğlu döneminde değil, senelerdir, AKP döneminde de iş yapmış birtakım iş insanlarının, müteahhitlerin, şunların bunların bir kısmı, kimi gözaltına alınarak, kimi gözaltı tehdidiyle, kimi şirketlerine, işlerine el konulma tehdidiyle, onların tabiriyle ‘’etkin pişmanlıktan faydalanmaya, ama genel kamuoyunun kabul ettiği hâliyle de hazırlanmış birtakım itiraf kılığındaki suçlamaların altına imza atmaya zorlanıyorlar. Bunu yapmaya niyetli ya da en ufak bir zorlamada buna gönül indirecek, tabir yerindeyse ‘’zayıf halkalar’’ her zaman bulunabilir. Ve onların bazıları çıkıyor.
Diğer bir grup ise bu son olayda da gördüğümüz ve İmamoğlu'nun ifade ettiği gibi, sadece kendileriyle ilgili bir tehditle değil, aileleri, yakınları, belki işleri ve mal varlıklarıyla tehdit edilerek zorlanıyorlar. Bunların bir kısmı bir direnç gösteriyor, bir kısmı zorlanıyor. Bir kısmı muhtemelen çevresinden de baskı görüyor. Yani sadece iktidar çevrelerinden, savcılıktan, emniyet güçlerinden değil, kendi yakın çevresinden de muhtemelen bir tazyik görüyor. Çünkü 3 aydır devam eden ve nereye kadar devam edeceği de herkes tarafından belirsiz olan bir sürecin içindeler. Dolayısıyla hazır zayıf halkalar, böyle üretilmiş birtakım yeni unsurlar, senin söylediğin gibi, dosyanın içine malzeme olabilecek. Ama dosyanın içine inandırıcı malzeme üretmek de o kadar önemli değil. Demin dediğimiz bu uzun dönemli yıpratma savaşında, kamuoyunda kullanılabilecek, her akşam televizyon ekranlarında iktidara yakın medyada konuşulacak mevzu çıkartacak, ‘’bu sefer daha büyüğü çıktı,’’ ‘’işte bu itiraflar bilmem kaç sayfa’’ lafını döndürecek bir malzeme üretilmeye çalışılıyor. Ama hatırlarsan senin her benzer soruna verdiğim cevapta zaman zaman da anlaşamadığımız nokta şu: Ben burada iktidarın zaten başından itibaren kamuoyunu ikna etmek ya da bu soruşturmanın güçlü delillere kavuşturulması derdinde olduğunu düşünmüyorum. Zaten ‘’bunu başaramıyorlar’’ dediğimiz şey, evet başaramıyorlar ama başarmaya çalıştıkları şey bu değil. Ben hiç böyle düşünmedim. Yani kamuoyu ikna olacak, kamuoyu ikna olup birdenbire İmamoğlu’na ve CHP'ye gösterilen teveccüh ortadan kalkacak. Seçmen eğilimleri, kafa karışıklığıyla birden değişmeye başlayacak ve iktidar konsolide olurken, muhalefet tarafına yönelmiş seçmen de, bu hadisede iktidarın argümanlarını haklı bularak taraf değiştirecek. Ben zaten böyle bir şeyin umulduğunu ve böyle bir şeyin peşinin sürüldüğünü düşünmüyorum. Bu, uzun soluklu dayanma ve karşılıklı olarak zorlanma sürecinde kimin daha fazla enstrümanı var, kimin daha fazla malzemesi var, kimin elinde daha fazla araç var ve kim bunu sürdürebilir? Yani senin demin söylediğin ‘’kim dayanacak?’’ sorusuna cevaben bu işlerin yapıldığını görüyoruz. Bütün kamuoyu yoklamaları da 3 aydır her türlü itiraf, iftira, şu bu, her türlü malzemenin, genel kanaati çok değiştirmediğini gösteriyor bize. Çünkü kamuoyunun ilk andan itibaren bu hadisenin niye yapıldığı konusunda bir fikri var. Hatta iktidar seçmeninin bile bir fikri var. Zaten bu kadar çok başlık altında, bir diploma iptal et, öbür taraftan 5, 10 tane soruşturma aç, ayrı ayrı davalar… Bunların hepsinin böyle bir anda çorap söküğü gibi gelen bir yolsuzluk soruşturması olduğuna çocukları bile ikna etmek zor. Dolayısıyla bir ikna süreci, bu itiraflardan daha fazla sonuç çıkartılabileceği, dosyanın daha inandırıcı bir hâle dönüştüreceği kanaatinde değilim. Sadece, ‘’her gün yeni birisi çözülüyor, yeni itirafçılar ortaya çıkıyor’’ tartışması, bu dayanıklılık meselesine dair bir şey. Asıl olarak bunu zorluyorlar.
Şimdi daha ileri bir aşamaya gelindi. Daha önce pek çok başka olayda da yine konuşmuştuk. Bugün Türkiye'de insanlar işlerini yaptıkları için suçlanıyorlar, hatta cezalandırılıyorlar. Gazeteciler gazetecilik yaptıkları için, sendikacılar sendikacılık yaptığı için, siyasetçiler siyaset yaptığı için. En son, İmamoğlu'nun avukatının tutuklanması hadisesi ve tutuklanma gerekçesinde yazılanlara baktığımızda, resmen bir avukatın avukatlık faaliyeti dolayısıyla, yani istenmeyen biri için avukatlık yapması, bu yaratılan yeni yargı düzeninde suç teşkil ediyor. ‘’Bizim istemediğimiz birini savunuyorsanız, avukatlık mesleğini yapsanız bile, bu, bir suç fiili haline dönüşür.’’ Hatırlıyorsan, daha önce de Gezi olayında istenen ifadeyi vermeyen tanıklara yalancı tanıklık mahkûmiyeti çıkarttılar. Dolayısıyla savunma makamı, tanıklar, hemen herkes, tabii gazeteciler ve dediğim gibi işini yapmaya çalışan herkes, o iş yapılırken, iktidarın istemediği bir yönde birtakım şeyler üretebiliyorlarsa, işlerini bu anlamda iktidardan bağımsız yapabiliyorlarsa, bunun engellenmesi şöyle dursun, cezalandırılması aşamasına geçildiğini anlıyoruz. Bu da demin konuştuğumuz bu dayanma-dayanmama meselesi açısından kritik bir eşik.
İmamoğlu burada önemli bir çıkış yaptı. İmamoğlu'nun çıkışında mealen söylediği şeyi sen kısaca özetledin. İki tane unsuru var. Birincisi, biraz önce söylediğim gibi, pek çok insanı çeşitli araçlar kullanılarak sıkıştırmaya karşı bir tür şövalye çıkışı yapıyor İmamoğlu. “Direnmeye çalışmayın. Zorlanıyorsanız basın imzayı geçin. Hiç önemli değil. Bunun için ben size gönül koymam” diyerek, onlara bir nefes alanı yaratmış oluyor. Ama daha önemli bir şey yapıyor. İktidarın sürdürdüğü yargılama faaliyetinin hemen hepsinin, içinde itiraflar, iftiralar, uyduruk raporlar, her ne varsa, aslında bunların külliyen anlamsızlığını işaret eden ya da onları anlamsız hâle getirecek bir çıkış yapıyor. Yani, “Siz değil 10 tane, 100 tane daha itirafname imzalayıp getirseniz de sonuç değişmeyecek. Ben kendi açımdan, bunların hiçbirinin bir önemi olmadığını, bunlarla bir yere varılamayacağını, bana ilişkin yaptığınız hamlelerde, bunların sizin elinizi güçlendirmediğini, beni de yıldırmadığını ve korkutmadığını söylüyorum” diyerek aslında bir pozisyon alıyor. Bu anlamda İmamoğlu’nun bu çıkışı önemli bir çıkıştı.
Buradan sonra dediğim gibi, artık avukatlarla ilgili ki daha önce de avukatlara ilişkin girişimler olmuştu. Daha önce de gazeteciler için bunu konuşmuştuk, siyasetçiler ve sendikacılar için de söz konusu olmuştu. Şimdi bence işin geldiği bu noktada, artık Türkiye'deki hemen herkesin kendi işini, temel gerekleri ve mesleki ilkeleri çerçevesinde yapabilme mücadelesini yürütmekte zorlandıkları ya da bununla ilgili ceza tehdidiyle karşı karşıya kaldığı bir durum söz konusu. O yüzden, başta çok fazla söylenmiş olmasına rağmen, evet, 19 Mart sürecinin böyle bir tarafı var. Bir kişiyi yalıtma, İmamoğlu'nun adaylığının önünü kesme ya da iktidarın kendi karşısındaki en güçlü adayı tasfiye etme girişimi. Ama ondan çok daha geniş bir çerçeveye yayılmış bir yeni düzen, yeni bir siyaset dizaynı meselesi. Birazdan konuşuruz, bu iç cephe söylemiyle zaten bunun bir arka planı da kurulmaya çalışılıyor.

Ruşen Çakır: Evet, tam iç cephe tahkimi. Ben bir iki gündür bu konuda bir şeyler söylüyorum. Bugün izleyicilerle yaptığımı yayında https://medyascope.tv/2025/06/20/19-mart-sureci-ne-zaman-ve-nasil-bitebilir-video/ da bunu konuştuk.
Gelelim, savaş meselesine. Cumhurbaşkanı Erdoğan savaşın geri dönülemez noktaya geldiğini söyledi ve malum, uzun zamandır da İsrail'in hedefinde sırada Türkiye’nin olduğunu söylüyor. Doğru ya da yanlış. Bahçeli de buna inanıyor ve aynı şeyi söylüyor. Ama çok ciddi sorunlar var, savunma sanayi anlamında sorunlar var. Türkiye'nin, hızlı bir şekilde bir şeyleri temin etmesi gerekiyor. Hem hava savunma sistemi hem saldırı sistemleri, şunlar bunlar… Bütün bunlar için de ekonominin birazcık sağlam olması gerekiyor. Bir de tabii ki toplumsal olarak insanların birlikte olması. Bu tür kriz anlarında insanlar iktidarda kimin olduğuna bakmadan devletin etrafında toparlanabiliyorlar. Ama içerideki bu savaş, yani Erdoğan'ın, Türkiye'de ana muhalefet partisine ve şu an itibariyle birinci partisine karşı yürüttüğü bu savaş, dışarıdaki savaşa karşı Türkiye'nin direncini çok olumsuz etkiliyor bence. Savaş daha geliştikçe, hele Türkiye'yi de bir şekilde kapsar gibi oldukça bunu çok daha fazla göreceğiz. Türkiye'nin böyle bir lüksünün olmaması lazım aslında. En azından şöyle bir formül var biliyorsun. CHP'liler de, Ekrem İmamoğlu da hep onu söylüyor: Tutuksuz yargılama. Yani mahkemeyi iptal etmek değil ama tutuksuz yargılama. Tutuksuz yargılamaya geçildiği andan itibaren, belli birtakım yumuşama, normalleşme olacak. Ama anladığım kadarıyla, gidebildikleri kadar bunu sürdürmeye çalışacaklar. Savaş kapıya dayanırsa ne olacak bilmiyorum. 
Şimdi iktidar yanlısı birisinin paylaşımını gördüm: "ABD savaşa girmedi, çünkü İran çok dirençli çıktı. İsrail zor durumda” diyor. Herhalde bu mantık Erdoğan'da yoktur. Ama bu savaş belki rejimin sonunu getirmiyor, ama İran'a çok ciddi bir şekilde zarar veriyor. İsrail’e de zarar veriyor tabii. Ama ikisinin arasındaki zarar kıyaslanamaz. Bir de savaşın geldiği yer var. İlk önce Gazze olayıyla başlayan, Lübnan'a giden, Suriye'ye giden ayakları var ve şimdi çok net bir şekilde, İsrail'in bölgenin en hegemonik gücü olması meselesi var. Amerikan yönetimi de bunu istiyor ve Türkiye'nin asla istemeyeceği bir şey yaşanıyor şu anda. Dışarıda savaş varken, bence içeride de savaş olması gibi bir lüksü yok Türkiye'nin. Ama Erdoğan kendi iktidarının bekasını öncelediği için, bunu yapabildiği kadar sürdürmeye çalışacak. Öyle gözüküyor. Burada tabii yine klasik mesele, Devlet Bahçeli acaba ne der? Çünkü biliyoruz ki onun önceliği bu bölgesel gelişmeler ve buna bağlı olarak da sahiplendiği çözüm süreci. Hep aynı olaya geliyoruz, kimileri Bahçeli ile Erdoğan arasında herhangi bir sorunun olmasının mümkün olmadığını düşünüyorlar. Ama ben o kadar emin değilim. Sen ne dersin?
Kemal Can: Ben zaten başından beri bu konuda emin değilim. Çünkü meseleyi böyle siyah-beyaz gibi tartışmak istediğinde saçma geliyor. Yani Erdoğan'la Bahçeli arasında ne fark var? Aynı yöne gidiyorlar ve aynı şeyi istiyorlar. Dolayısıyla “Hangi taraftalar, siyah mı beyaz mı?” dediğinizde tuhaf bir resim çıkıyor ve orada bu farkı anlatmak problemli oluyor. ‘’Ne fark var?’’ diyenler sanki haklıymış gibi görünüyor. Ama arada çok fazla ayrıntısı olan gri bir alan var ve o gri alanda, öncelikler, gerekçeler, tasarımlar ve onların vadeleriyle ilgili, zaman zaman ciddi problemlere yol açabilecek açılar ortaya çıkıyor, farklar ortaya çıkıyor ve bunu çeşitli defalar da gördük. Erdoğan'ın tıpkı normalleşmede ya da daha önce 15 Temmuz sonrasında olduğu gibi yahut da ‘’yerli milli’’ meselelerini gündeme getirirken söylediği gibi, aslında o argüman setinin yeni bir kavramı olarak şimdi ‘’iç cephe’’ tekrar kullanıma girdi. Ama aslında hepsinde de Erdoğan'ın cümlesinin özeti şu: Erdoğan’ın genel pragmatik yaklaşımının içerisine gömülü hamasetten çıkan sonuç, “Bana direnmeyin. Benim karşımda pozisyon almayın. Beni ülkenin başkomutanı ya da başkanı olarak desteklemek sizin mecburiyetinizdir. Muhalefette olsanız da, iktidarın ortağı olsanız da, başka bir meseleniz olsa da, özellikle dış politika söz konusu olduğunda, benimle birlikte davranın.’’ Bir anlamda ‘’bana biat edin” diyor. Ve normalleşmeden kastı, kendisine karşı normalleşilmesi, yerli milli olmaktan kastı, kendi çizdiği çerçeveye uyulması, şimdi de iç cepheyi kuvvetlendirmekten kastı, aslında kendi açtığı iç cepheden birilerinin teslim olarak geri çekilmesini istiyor olması. Yani, “Direnmeyin, teslim olun, geri çekilin. Bu cepheyi ben açtım.” Yani o cepheyi açan, karşısında bir güç. Savaş kavramlarıyla kullanacaksak, iç cepheyi açan, iç cephede onunla bir savaş başlatan, Erdoğan. Özgür Özel daha önce bunu, “Tamam, savaş ilanınızı kabul ediyoruz” diye tanımlamıştı. Ve bu açtığı savaşta, şimdi iç cephe söylemini kullanarak, “Siz silahlarınızı bırakarak teslim olun, bu iç cepheden geri çekilin” diyor.
Fakat burada bence dış politik ve bölgesel gelişmeleri dikkate alan, daha orta ve uzun vadeli bir tasarımın peşini süren, bunun için de hep tartıştığımız ‘’süreç’’ meselesinin startını veren Bahçeli'nin yaklaşımı biraz daha farklı. Burada tabii ki bir iç cephe tahkimi anlamında benzer ifadelerden bahsediyorlar. Ama Bahçeli, burada iç cephe ile ilgili problemin bir kısmının iktidarda ve özellikle Erdoğan'da olduğunu, ima yoluyla da olsa birkaç kere ifade etti. Şimdi gelinen noktada, krizin derinleşmesi, netleşmenin acilleşmesi gibi noktalar dikkate alındığında, bu farkın daha da belirgin hâle gelme ihtimali var. Bu, iktidar içi çatışmayı ya da pek sevilen tabiriyle ‘’çatlağı’’ derinleştirmeyebilir, ama daha görünür hâle dönüştürebilir.
Şimdi Amerika'nın devreye girip girmemesiyle ilgili pek çok denklem değişecek. Orada da zaten başka bir acayiplik var. Trump'ın, neredeyse bütün dünyayla biraz da alay edercesine, ‘’Öyle de yapabilirim, böyle de yapabilirim. Şimdi de yapabilirim, sonra da yapabilirim. Belirsizlik benim sorunum değil, diğerlerinin sorunu’’ diyen yaklaşımı, bir vadede açık bir talep paketine dönüşürse, burada Türkiye'nin yapabileceği çok fazla şey yok. İsrail'le olan meselede iş hamasetle idare ediliyor. İsrail'e “One minute”ten beri en acayip, yakası açılmadık şeyler açıktan söyleniyor. Ama arka tarafta bambaşka bir ilişki sürdürülebiliyor. Yani siyaseten söylenen şeyler var, bir de yapılan işler var. Bu iş İsrail'le böyle yürüyebiliyor. Ama Amerika doğrudan dâhil olduğunda, mesele pek öyle gidebilir gibi görünmüyor. Zaten dikkat edersek, İsrail'e çeşitli şeyler söyleniyor, ki o konuda da çok güçlü çıkışlar görmüyoruz. Ama Amerika'ya neredeyse hiçbir şey söylenmiyor. Senin de söylediğin gibi, son krizde, Türkiye iktidarının açıktan Amerika'yı hedef alan ya da bırakalım Amerika'yı hedef almayı, eleştiren bir tutum içerisinde bile olmadığını, bu anlamda epey dışarıda durduğunu söyleyebiliriz. İsrail'in Gazze'de yaptığı gibi, burada da…

Ruşen Çakır: İsrail üzerine söylenenlerin, edilenlerin hepsi retorik. Mesela çok ilginçtir hâlâ ticaret sürüyor. Bunlar zaten var. Bir de, o kadar savaşın olduğu bir yerde, İsrail hakkında istediğin kadar faşist de, şu de, bu de, bir şey yapamadıktan sonra bu söylediklerin tamamen suya yazılmış yazı gibi kalıyor. İsrail orada çok ciddi bir şekilde, rejiminden ziyade, İran'ın kendisini tahrip ediyor. O kadar büyük bir tahribat yaratıyor ki. Benzer bir şeyi Suriye'de yapmıştı biliyorsun. Suriye'de de rejim devrildikten sonra bile, ellerindeki her şeyi ne olur ne olmaz diye bombaladı.
Kemal Can: Evet. Bir de şu yanıltıcı olmamalı. Şimdi ‘’İran tahmin edilenden daha dirençli göründü’’ gibi yorumlar yapılıyor. Unutmayalım, mesela Suriye, İran'a göre çok daha zayıf bir ülkeydi, ama Suriye'de rejim değişikliği hedefiyle çıkılan yol kaç sene sürdü? 2011'de başlayan şey, geçtiğimiz yıl rejim değişikliğiyle hâlâ neye evrileceği belirsiz bir hâle geldi. Keza Irak da öyle. Sonuçta baktığımız zaman, şu anda direniyor gibi görünmesi ya da böyle bir hafta içerisinde birdenbire bir şey olmaması, ‘’İran sanıldığından daha kuvvetli çıktı, bu iş zora girdi’’ yorumu yapmak için bence çok yeterli değil. Tersi de yeterli değil. Suriye ve Irak gibi, bir tazyik geldiğinde epey yıpranmış bir rejim olmasına rağmen, içeride kendiliğinden gelişecek çok kuvvetli bir muhalefet potansiyeli İran'da söz konusu değil gibi görünüyor. Eğer niyet ediliyorsa, bunun oluşturulması zaman alacak bir şey. İran, Suriye gibi, Irak gibi kara harekâtıyla müdahaleye de çok uygun bir ülke değil. Dolayısıyla bu meselede, dünyanın, bölgenin ve tabii ki Türkiye'nin artısı eksisi öyle kısa vadede çıkacak sonuçlara göre hesaplanabilir bir şey değil. Bu, bayağı uzun bir dönemi etkileyecek bir süreç olacak ve dediğin gibi, rejim değişikliğine neden olsun ya da olmasın, İran'ın uğratıldığı tahribat, sadece bir ülkenin uğradığı tahribatla da sınırlı kalmayacak. Çünkü bu işin uzadığı her gün, bu gerilimin devam ettiği her an, başta bölge olmak üzere bütün dünya için, biriken pek çok problemi daha da zehirli hâle getiriyor. Türkiye, daha önce Suriye ve Irak'ta denediği gibi, burada da, çok kısa vadeli çıkar hesaplarıyla masada yer alarak pozisyon sağlayıp, fırsatları kullanarak avantaj sağlama imkânları bakımından daha sıkıntılı bir durumda. Hatta belki de pozisyon almakta en çok zorlanacağı ya da pozisyon aldığında en çok hırpalanacağı hadiselerden birinin eşiğinde duruyor.

Ruşen Çakır: Kemal, noktayı koyalım. Ben dün Diyarbakır'daydım. Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün düzenlediği ‘’Türkiye’de İslamcılık ve Kürtler’’ söyleşisine katıldım. Daha önce uçağı kaçırdığım için gidememiştim, daha doğrusu uçak beni kaçırdı. Neyse, çok ilginçti ama onları artık yarın ya yazarım ya anlatırım. Çözüm sürecini biraz unuttuk ama Öcalan'ın bu görüşme notları çıkınca, bir şeyler köpürdü. Şimdi ‘’Öcalan kimi temsil ediyor?’’ muhabbeti var. Çok ilginç. Yani Öcalan karşıtı Kürt pozisyonları şekillenmeye başlıyor. Önümüzdeki günlerde onu daha çok görürüz. Aynı şekilde Selahattin Demirtaş'a da biliyorsun, ‘’soyadımız Türkiye’’ lafından dolayı laf yetiştirenler de oldu. Garip garip şeyler oluyor. Bu ülke zaten bir acayip. Hem konuşacak çok şey var, hem de konuşuyorsun, hiçbir şey olmuyor. Neyse, noktayı koyalım. İzleyicilerimize teşekkür edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.
Kemal Can: İyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
29.06.2025 Erdoğan ile Kılıçdaroğlu’nun birbirlerinden medet umması ne anlama geliyor?
28.06.2025 Kemal Kılıçdaroğlu mucizesi
27.06.2025 “Türkiye’de seçimle iktidar değişimi dönemi kapandı” mı gerçekten?
26.06.2025 Cübbeli olmak değil, Cübbeli kalmak zor
25.06.2025 Fatih Altaylı Ruşen Çakır’ın sorularını yanıtladı: “İspanya’dayken AKP’li bazı dostlar arayıp ‘gelme tutuklayacaklar’ dedi, sinirlendim ve geldim”
25.06.2025 Bir hayal kırıklığı olarak Kemal Kılıçdaroğlu
24.06.2025 CHP oyun bozmaya devam ediyor
23.06.2025 Yanıbaşımızda ülkeler birbirleriyle, biz ülke olarak birbirimizle savaşıyoruz
22.06.2025 “Öcalan Kürtleri satıyor” koalisyonu
22.06.2025 Fatih Altaylı’nın tutuklanması bize neler söylüyor?
29.06.2025 Erdoğan ile Kılıçdaroğlu’nun birbirlerinden medet umması ne anlama geliyor?
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı